İslam dininde ve Müslümanların hayatında âlimlerin çok önemli ve hayati bir yeri vardır. Dinin doğru anlaşılması, doğru yorumlanması, hayata taşınması ve seviyeli temsil edilmesinde âlimin bu hayatî misyonu kendisini gösterir. Zira Peygamber Efendimiz ile din adına son nokta konulmuştur. Kıyamete kadar dinin gerek doğru anlaşılıp, doğru temsil edilmesinde gerekse yoruma açık yanlarının temel disiplinlere bağlılık ve onların referansı çerçevesinde yorumlanmasında İslam âlimlerinin misyonu devreye girmektedir. Alimlerin misyonu, Peygamber Efendimiz’in getirdiği mesaj ile insanları buluşturmaktır.
Dinin temel kaynaklarında alimlerin bu önemli misyonuna vurgu yapılmış; dinin ruhuna bağlı, ahiret endeksli, rızay-ı ilahî yörüngeli yaşayan alimlerin rehber kabul edilmesi; ilmini dünyevi makam, menfaat için kullanan, günahlara, zulümlere dinden kılıf bulmaya çalışan kimselerden de uzak durulması gerektiği tembih edilmiştir.
Alim; bilen, belli bir bilgi birikimine ve seviyesine sahip olan insan demektir. İslamî terminolojide kazandığı anlam ise, başta Kur’an ve Sünnet olmak üzere dinin temel kaynaklarına vâkıf, aklî ve naklî ilimlerden gereği gibi haberdar olan, engin ufuklu insan demektir.
Dini literatürde başta ibadet olmak üzere bildiği ile amel etmeyene âlim denilmez. Bu itibarla çok şey bilse de bildiğini hayatına hayat kılmayan ve aksiyona dönüştürmeyen insan “cahil” kabul edilmektedir. Dolayısıyla âlim, ilim, ibadet ve aksiyonuyla gerçek değerini bulmakta ve misyonunu yerine getirmektedir.
Diğer taraftan dinin ruhuna uymayan icraatlara dünyevî makam, mevki ve menfaat elde etmek için meşruiyet kılıfı giydirmeye çalışan ilim sahipleri vardır. Bunlara da “ulemau’s-su” denir. Dolayısıyla alimleri, sahip oldukları ilimlerini kullandıkları yere göre genelde iki kategoride ele almak mümkündür. Rabbanî alimler, ulemaus-su/havuz uleması.
Kur’an ve Sünnet’te Peygamber varisi, rabbani âlimlerin vasıfları bildirilmiştir. Onların en önemli özelliği Peygamber varisi olmalarıdır. Peygamberlik adına son noktayı koyan Allah Resulü bu hakikati şu şekilde ifade etmiştir: “Şüphesiz, âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar (altın) ne de dirhem (gümüş) miras bırakmışlardır, onların mirası ilimdir. O ilimden nasibini alan insan, büyük bir bereket ve hayır kaynağına ulaşmış olur.” (Ebû Dâvûd, ilim 1; Tirmizî, ilim 19) Bu itibarla alimler, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği Mesaj’ın doğru anlaşılıp, doğru yorumlanmasında, tebliğ ve temsilinde örnek insanlardır.
Bu şekildeki bir ilim ehli olabilmenin asgari şartının dünyanın fani ahiretin ise baki olduğunu bilmek daha doğrusu buna inanmak ve ona göre yaşamaktır. Zira bu hadiste dünya peşinde koşan ilim sahiplerinin peygamber varisi olmadıklarına da işaret edilmektedir.
Peygamber Efendimiz, alimleri “peygamberler varisi” olarak isimlendirmesinin sebebini şu ayeti okuyarak açıklamıştır: “Sonra Biz, kitabı seçtiğimiz kullarımıza miras verdik.” (Fatır, 35/32) (Aynî, Umdetu’l-Kari, 2/40)
Alimler, ilahi mesajı doğru anlamada, onun ruhuna vâkıf olmada çok önemli bir misyon eda etmektedirler. Varlığı, eşya ve olayları vahiy perspektifinden okuyarak insanları aydınlatan kişiler, âlimlerdir. Kur’an mesajının derinliklerini anlayan, vicdanında duyup hisseden yine onlardır.
İmanî ve ahlaki değerlerin kazanılmasında ve pratik hayata taşınmasında Allah korkusunun çok önemli bir yeri vardır. Allah korkusunu, saygısını, haşyetini sürekli duyup, hissederek yaşayanlar da peygamber varisi alimlerdir. Nitekim onların atmosferine giren, sohbet ortamlarına iştirak eden şartlanmamış, vicdanı, kalbi canlı olan insanlar bunu iliklerine kadar hissederler.
Kur’an, ilmini aksiyona dönüştürerek ilim-amel bütünlüğüne ulaşan, hak ve hakikati temsil eden alimleri yüceltmiş ve övmüştür. İlmin en önemli hedefi de Allah’a saygı, haşyet ve O’nun istediği şekilde kulluk gayreti sergilemektir. Kur’an’ın bildirdiğine göre, rabbanî âlimlerin en önemli özelliği; Allah haşyeti ile tir tir titreyen bir gönle sahip olmalarıdır. “Kulları arasında Allah’tan hakkıyla korkan, ve saygı duyan alimlerden başkası değildir.” (Fâtır sûresi, 35/28.) Haşyet; ta’zim, heybet ve saygı kaynaklı bir korkmadır. İlim ile Allah haşyetine ve takvaya ulaşılır. Marifetullahdan yoksun olan, Allah’ın adaletini, varlığı yaratmaktaki hikmet ve maksadı bilmeyen, onun azabından korkmaz ve takva dairesinde yaşayamaz. Çünkü bir şeye saygı ve haşyet onun hakkında şanına layık bilgi ve marifete sahip olma seviyesiyle doğru orantılıdır. Dolayısıyla bir kulun Allah’a dair ilmi ve marifeti ne kadar derin ise, saygı, tazim ve korkusu da o ölçüde olur. İşte ayette bildirilen alimler, Allah rızasına kilitlenerek dini milimi milimine hayatına hayat yapan ulemadır.
Haşyet ve takvaya ilim ile ulaşılır. Yüce Allah’ın varlığına birliğine, adaletine inanan ve ona göre yaşayan insan takvaya ulaşır. Allah’ı bilmeyen, O’nun adaletini tanımayan, varlık aleminin ne manaya geldiğini anlamayan ne O’nun azabından korkar, ne de takvaya sığınır. Dolayısıyla hakiki âlimler Allah’ı celal ve cemal sıfatlarıyla bilen, O’nun azameti karşısında iki büklüm olarak hak ve adalete kılı kırk yararcasına riayet eden insanlardır.
Peygamber Efendimiz’in varisi olan alimler ve maneviyat büyükleri, dinin en temel ve en hayatî esası olan tevhid hakikatinin doğru anlaşılmasında, doğru beyan edilmesinde ve doğru duyulup hissedilmesinde rehberlik yapmışlardır/yapmaktadırlar. Ayette bildirildiği üzere onlar, tevhid hakikatinin yeryüzündeki şahitleridir. Hal ve tavırlarıyla, yazılı ve sözlü eserleriyle insanları Allah’a yönlendirmişlerdir. Onların bu müstesna konumu ayet-i kerimede şu şekilde bildirilmiştir: “Allah’tan başka tanrı bulunmadığına şahid bizzat Allah’tır. Bütün melekler, hak ve adaletten ayrılmayan alimler de bu gerçeğe, aziz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) Allah’tan başka tanrı olmadığına şahittirler.” (Âl-I imran, 3/18) İmam Gazzali’nin dikkat çektiği üzere Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede kendisinden başka ilah olmadığına şahit olarak başta Zatını, sonra melekleri daha sonra da adalet ve hakkaniyeti temsil eden ilim sahiplerini zikretmektedir. Bu ulemaya şeref, fazilet, konum ve yücelik olarak yeter. (İhyau ulumi’d-din, 1/4 )
Zikredilen ayette her ilim sahibi değil, dinin getirdiği adalete sımsıkı yapışan onu dimdik ayakta tutan ve temsil eden alimlerin Allah’ın varlığının ve birliğinin şahitleri olduğu bildirilmektedir. Kur’an’ın getirdiği adalet üç boyutludur. Birincisi Allah ile münasebetlerde adalettir. Bu Allah’ın emrettiği, hoşnut olduğu çizgide başta ibadetler olmak üzere kulluk mükellefiyetlerini yerine getirmektir. İkincisi insanlarla münasebette adalettir. Bu da insanların hak ve hukukuna riayet etmek demektir. Adaleti temsil eden alim, kendisi kılı kırk yaran bir hassasiyetle insanların hukukuna riayet ettiği gibi kamu malının korunmasında da çok hassastır. Zira İslam’da kamu hakkı, Allah hakkı kabul edilmektedir. Toplumdaki her seviyedeki insanın hak ve hukukunun korunması gerekir. Anadolu ifadesiyle, tüyü bitmemiş yetimin hakkının olduğu millet malının, gayrımeşru yollarla, yolsuzlukla suiistimal ve talan edilmesinin karşısında durmasıdır. Üçüncüsü ise kendi nefsine karşı adalettir. Nefsini helal dairede yaşayarak haramlardan hatta şüpheli şeylerden korumasıdır.
Alimler ile ilgili bir başka ayette ilmi ile amel eden alimlerin derecelerinin yükseltileceği bildirilmektedir. (Mücadele, 58/11) İman edip, salih amel işleyen ve Rabbilerinden haşyet duyanların en hayırlı insanlar olduğu bildirilmiş (Beyyine, 98/8) Rablerinden haşyet duyanlar da ilimleriyle amel ederek yaşayan alimlerdir. (Fâtır, 35/28.)
Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımıyla insanları hak yola irşad eden mürşitlerin ruhu ve kalbi Allah’tan gelen feyzin kendilerini takip edenlere yansıdığı bir ayna gibidir. Bu aynanın kırılmaması, muhafaza edilmesi gerekir. (17. Lem'a, 13. Nota)
Alimlerin bir diğer önemli özelliği de kendilerine itaatin emredilmesidir. Bu konu da bir sonraki yazıda ele alınmaya çalışılacaktır.
Comments